/ /

Kağıthane’den Türkiye’ye Linç Kültürü

22 Temmuz 2013

Editör

Kağıthane’de parkta kadınlara tacizde bulunduğu iddia edilen bir genç, bir grubun saldırısına uğradı. Olay yerine gelen polis, genci grubun elinden kurtarmasına rağmen, linç girişimi kameraların önünde devam etti. Polisin elindeki gence saldıran grup, polise zor anlar yaşattı.

 

Geçen akşam Okmeydanı metrobüs durağının yanındaki yeşil alanda bir genç, bir kadına tacizde bulunduğu iddiası ile saldırıya uğradı. Çevredeki “kendisini mahallenin namusundan sorumlu hisseden” vatandaşlar tarafından linç edilmek istenen, polis tarafından kurtarıldı.

 

KALITIM DEVREDE

Her gün neredeyse sıradan bir hale gelen bu linç olayı bu sefer bende farklı çağrışımlar yarattı. Linç deyince insanın aklına hemen Carl Gustav Jung’un toplumsal bilinçaltı kavramını getiren ve sadece “fiziksel” yönden anlaşılmaması gereken bir “kültür” geliyor. Jung, bazı davranış kodlarının, toplumsal bilinçaltı yoluyla nesilden nesile aktarıldığını söyler. Tabii, burada kalıtım da devreye girmektedir. süper ego, bu sayede görevini nesilden nesile devam ettirebilir. Ama burada asıl sorun, bu süper ego’nun mahiyetidir. Çünkü, toplumların hepsinde ortak tabular, idealler olmakla birlikte, her coğrafyanın kendine özgü bir bilinçaltı vardır. Farkı belirleyen, bu coğrafyalardaki kod farklılıklarıdır. Hatta, daha da ileri gidersek, asıl fark bu “kod farklılıklarının farkında olabilmek”tir.

 

Şimdi, bu Asya’dan Avrupa’ya at başı gibi uzanmış ülkemize geri dönelim. Hani dedik ya, sadece “fiziksel” olarak düşünülmemesi gereken bir kültürdür bu; peki bu “fiziksel olmayan” linç nasıl bir şey? Öncelikle örneklere geçmeden önce, Ingeborg Bachmann’ın o ölümsüz sözünü hatırlamakta yarar var: “faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar.” Buradaki ‘faşizm’ kelimesini çıkartıp, yerine ‘linç’ kelimesini koyarsak belki de meramımıza daha çok yaklaşmış oluruz .

video
play-sharp-fill

YARGILAMASIZ

Linç kelimesin TDK ‘da verilen anlamı şu: “birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak taş, sopa gibi araçlarla döverek öldürmesi.” Buradaki “yargılamasız” kelimesine özellikle vurgu yapmalıyız. Ne de olsa bizler, yargılamak, kritik etmek gibi kelimelerle fazla dostane ilişkiler kuramayız. İşte olayın, fiziksel şiddet kısmından ayrılan yeri de burası. Çünkü, bu yargılamadan cezasını verme durumu, sözel olarak gündelik hayatımızda “yaftalamak” kelimesiyle arz-ı endam eylemekte. Bizler yaşayıp giderken pek farkında olamasak da, yaptığımız pek çok hareket, tartıştığımız pek çok kavram ve kişi fazla sorgulanmamıştır genelde, çünkü işin kolayı bellidir: yaftala geç. Burada Sokrates’in “sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değer değildir” lafı biraz alakasız kaçacak olsa da, gene de manidar durmakta…

 

MİLLİ REFLEKS

Durumu biraz daha netleştirmek açısından, “büyüklerimiz” tarafından ağızlara pelesenk olmuş şu terime de bakalım: milli refleks. Yani, istem dışı olarak bilinçsizce yapılan “milli davranışlarımız”. İşte bu milli refleks’in sahip olduğu “mantık” , kişisel hayatlarımızda ‘bireysel refleks’ olarak karşımıza çıkar. Bu terimi tamamen benim icadım olma ihtimali yüzünden biraz daha açıklık getirilmeli diye düşünüyorum. Yaşantımız akıp giderken, pek çok hareket karşısında üzerinde düşünmeden net tepkiler veririz. Örneğin, asker lafı geçtiğinde kafamızda hemen kadir-i mutlak bir güç imajı oluşuverir. Bir anda “vatan, millet, sakarya” nidaları “refleks” olarak kafamızda harekete geçer. Aynı şekilde, “aşk” dediğimizde kafamızda bir anda “sahiplenme” nidaları dolaşır. Bunlar biraz da şartlı refleks kategorisine giren şeylerdir, sonradan öğrenilmişlerdir. Ama asıl sorun teşkil eden şey bu reflekslerimizin çok fazla oluşudur. Öyle ki, hayatımızı nerdeyse refleksler silsilesi olarak yaşarız. üzerinde fazla düşünmeden, yargılamadan anında tepkiler veririz . Tıpkı linç mekanizmasında olduğu gibi; dinlemeye, anlamaya, yorum yapmaya yer yoktur bu coğrafyada.

 

İşte bu özelliğimiz, bizim kültürümüzün bir parçasıdır. Hiç de hoş olmayan bir şeydir ve kolay kolay da değişmez; çünkü bilinen bir şeydir: refleksleri değiştirmek zordur. Hele şartlı refleksleri değiştirmek daha da zordur. Tıpkı şu art arda gelen linç vakalarında olduğu gibi: Pavlov’un bobileri deneyi gibi, alakasız durumlarda bile ağzımızdan sular damlayarak yemeğimizi bekleriz, olmadı kendimiz yaratırız. Ne de olsa, hayatımıza hakim olan kodların içinde, “anlama, konuşma, değerlendirme” gibi kavramlar bulunmaz. bu kodlar, henüz anlam veremediğim bir şekilde, silinmişlerdir. Bu halleriyle de, Jung’un teorisini doğrularcasına nesilden nesile aktarılmaktadır. Geçmişte 6-7 eylül olayları , Sivas katliamı ve hatta Gezi Olayları ertesinde yaşanan olaylar. Ne acıdır ki, bunlar son olmayacaktır. Ama, bu kültürümüzü değiştirme olanağı da, zaten bunların başka örneklerinin de yaşanacağının farkında olmaktan geçer. Tıpkı, hatalarını düzeltmek isteyen bir insanın, ilk olarak hatasının farkına varması gibi…

 

video
play-sharp-fill

Yorumlar(0)